KORONA -2 (KENT – DOĞA)

KORONA -2 (KENT – DOĞA)
Yayınlama: 17.05.2020

Yaşadığımızın dönemin en temel çıkmazı tanımlama-tanımlanma sorunu olarak ifade ediliyor… Doğru anlama-tanımlama, doğru yaşamı ve geleceği yaratır… Sizlerin ilk yazıya gösterdiğiniz ilginin vermiş olduğu cesaretle, bu döneme belki bir katkısı olur diye bizde gücümüz oranında anlamaya çalışıp, paylaşırsak…


Kent; Nüfusunun çoğu ticaret, sanayi ya da hizmet alanında çalışan, tarımsal etkinliklerin olmadığı yerleşim alanı olarak geçer Türkçe sözlükte.
Dünyanın ilk dillerinden olma özelliğiyle Kürtçesi, her zaman ki gibi çok daha çarpıcı ve derindir… Kent Bajar’dır… Ve ba-ruzgar, jar-zehir anlamındadır… Rüzgarın zıkkım olduğu yerdir kent… Ba sadece rüzgar değil çok daha geniş bir anlama denk gelir, aynı sırada yaratma eyleminin başat kavramlarındandır… Babalık kurumunun kökü başta olmak üzere, yön bile rüzgara göre tanımlanır… Rüzgarın olmadığı yer aynı sıra da yaşamdan kopmuş alan olarak da ele alına bilinir… Nitekim tarihsel olarak kentlerin etrafları surlarla çevrili olduğundan ve içindekiler tarım ve doğayla ilgilenmediklerinden bu tanım daha anlamlı olacaktır…
Tarihte ilk kentler Ur ve Uruk olarak Sümerlerle açığa çıkmıştır… Sümerler de günümüz modernitesinin döl yatağı sayıla bilinir… Şu an kentler de yaşadığımız yaşamın, kurucu öğesidirler… Nitekim birçok düşünür tarafından da dile gelir… Söz de ‘’Tarih Sümerlerle başlar’’ diye… Uygarlığın ve motor gücü devletin başlangıcı olarak da ele alınır…
Sümerlerle başlayan kent yolculuğu günümüzde nüfusu milyon ve on milyonları katlayan devasa metropollere-mega kentlere evrilmiştir… Doğadan ve tarımdan, ihtiyaç üretiminden hemen hemen tamamen kopmuş, tıka basa insan dolu bir mekana bürünmüştür…
Şunu açıklıkla belirtmek gerekir ki… Nüfusu on milyonları ve fazlasını bulan bu yapılar tamamen doğa düşmanı bir hal almak zorundadır… Bu bir isteme-istememe durumu değil, yapısal gerçekliktir… On milyonlara varan nüfus yoğunluğunun yaşadığı bir alanda, sadece günlük beslenme bile büyük bir doğa tahribatına sebep olur… Sadece güvenlik ya da barınma ihtiyaçları ekosistem talanına dönüşmeye gebedir… Günlük ihtiyaçlarını karşılamak, başta birbiri üzerine ve daha sonra tüm çevre üzerinde, mutlak bir tahakküm gerektirmektedir…


Tabi son iki yüzyılın sanayileşmesiyle de, doğadan kopuş at başı bir hıza kavuşmuştur… Sanayi kentleri amansız bir çevre-yıkım merkezine dönüşmüştür… Hakim yaşam sisteminin üçüncü çağı olan finans kapitalle beraber, toplum-kırımın da ana karargahları olmuştur…
İnsan benzersizliğini-tekilliğini kabul ediyoruz ama teşbihte kusur olmaz, pekişmesi açısından örneklersek…
Doğa da on beş milyon filin biz bir arada yaşayacağız, aha bu alan ve çevresi de bizim, hepimiz burada yan yana besleneceğiz, korunacağız ve üreyeceğiz, dediğini düşünsenize…
Doğadan da kopacaz, üretmeyeceğiz de, tarım da yapmıyacaz, biz burda oturup hisse-senedi alıp satacaz, paradan para kazanacaz, tekstiller de çalışacaz, birbirimize ve artarsa size elbiseler dikecez, sizleri ve dünyayı yönetmek için de emin olun ki çok çabalayacaz, sizde bizi besleyin, koruyun ve bizim için yaşayın, dediklerini düşünmeyin bile…
Kaos ki ne kaos…
Kent yaşam sistemi de doğadan kopya etmiş olduğu bir döngüsellikle işlemektedir… İlginç olan bu işleyişin insandaki tuhaf algı çarpıtmasıdır… Sebep-sonuç anlayışıyla müthiş bir pozitivist akıla varmıştır… Ur ve Uruk kentlerini yöneten rahipler, metropollerin bilim insanlarına mirasını bırakmıştır…
Ama unutulan, adalet varsa doğanın işleyişindedir, doğadan kopmak aynı sırada insan aklından kopuşunda dalaletidir…
Hakikat arayışı sebep sonuçla değildir…
Hangi sebeplerden neden bu sonuç? Elbette anlam arayışın da bu yöntem de kıymetlidir… Ama hakikat daha geniş ve derinlikli ele alınmayı gerektirir… Soru şu olmalıdır…
Öz neydi ve şu an yaşanan biçim ne? Yaşanan biçim özden, nerede, nasıl ve hangi sürede kopmuştur? Yaşamın temel özü ve güncel biçiminin uyumu nasıl sağlanacaktır?
Tarihsel ve toplumsal toplamı gören bir bakış açısı gereklidir…
Yani hastanesi çok olan büyük kentler de sağlık sistemi müthiş çalışıyormuş… Tamamda bu çözüm değil ki, bu sorun… Koca koca sağlık işletmelerinin olduğu on milyonluk kentler olduğu için zaten virüsler familyası açığa çıktı ve çıkıyor…
Amerika daki kovid-19 kaynaklı ölümlerin üçte birine ev sahipliği yapan, Hegemonyanın başkenti Newyorkcity de hastane önleri ve sonradan eklenen morglar dahi insanlarla dolu… Tamamda normal zamanda da tren rayları ve sokaklar da on binlerce aç, çaresiz, barınma gücü olmayan insanlar hep vardı… Bu insanlar hep hastalıklarla uğraşıyor, İzlediğimiz pembe filmler de ki gibi değil ki yaşam… İn Newyorkcity nin sokaklarına sor sıradan bir insana, anlatsın sana büyük kentlerin durumunu ve ürettiği insanlık dışı manzarayı…
Günlük biçimden kurtarıp kendimizi, özü-anayı anlamaya çalışmak lazım…
Doğa diye geçer yani doğum-dan gelir, doğ-ma eyleminin kökünden gelir ve doğurma eyleminin en başat modelidir… Bu doğum döngüseldir… Ölüm dahi doğa içinde yeni bir doğumun-oluşun başlangıcıdır… Nitekim ölüm kavram ve eyleminin kendisi sosyolojiktir, yani tanımlayan insandır… Doğanın öyle de bir sorunu yoktur…
Taziye kuran bir ördek sülalesine hiç rast gelinmiş midir?
Doğa doğurmakla kalmaz yakın eko-sisteminde, bebelikten ölene kadar beslenmeni –yaşamanı oluşmanı sağlar… İlk ve esas anadır doğa…
Kürtçe de de öyledir… Xweza denir xwe kendi za doğurma eylemidir… Xweza kendini doğuran anlamına gelir… İlkyazımız da Ana ya döndük dedik, bahsi geçen biyolojik anamızdı…
Korona birinci ders ve uyarı da, evimize tıkadı ve ananın kucağına kaldık…
İkinciyi yaşamaya gerek var mı?
İnsan yaratıcı bir varlıktır, elbette insan önünde duran müthiş doğayı izlemeli ama izleyip birebir onu taklit etmemeli… İnsanlık ailesi, örümceği izleyip ağı kurmasından kumaş örmeyi öğrendi ama her defasın da bir örümcek bulup örgü öğretmesine gerek olmamalı… Biz karıncaları izleyip iş bölümü yapmayı öğrendik ama her yapı inşasın da karıncaları toplamaya ve izlemeye gerek yok ki… Doğa ilk öğretendir… İnsan da bu öğrenimi geliştirebilen doğa parçasıdır…
Doğa tüm görkemiyle önümüzde çepeçevre serili dururken bize düşen onu yaşayıp tekrar etmekten çok, bu muhteşemliğe doğru anlam vermek ve bu anlamla ilkeleşip O’nunla ortak yaşama katılmaktır… Doğa özdür ve çağrıcıdır… Doğaya katıldığın an seni cezb etmesinin anlamı da burada yatar ki; Benden oldun ve bana dön diyendir…
Abartılmış öznel yaklaşımın insan oğlunda (oğlu diye başladı mı sorun geliyordur, inkar başlamıştır, kızı yok sayılmıştır) Darwinist teoriyle birleşmesiyle, kendini aslan zannedip geyiklerin, kedi zan edip farelerin peşine düşmemeli-parçalamamalı insan… Aşırı öznellik ve nesnellikten, şu an her birimizin her tarafından dökülen anlayıştan, Hitlerin doğuş zemininden bahsediyorum… Abartılmış bireycilik ve kitleselliği… Hepimiz aslanım diye hitap ederiz sevdiğimize değil mi?
Farem diye seven veya fare olmak isteyen var mı?
Doğanın kavrayan ve konuşanıdır insan aynı sırada… Görülen doğanın tekrarcısı veya taklidi değildir, olmamalıdır, ikinci doğa diye de tanımlanır ve ekoloji içinde kendi ekosistemi vardır…
İnsan; Doğa maddesinin, milyarlarca yıllık oluşuyla beyin fiziğine ve soyutlaşmasıyla, düşünceye-anlama varmış halidir, tabi ki anlamın doğayı aşmak gibi bir derdi olacaktır… Evladın anayı aşmak istemesi içselliği gereğidir ama kopmak başka şey, aşmak başka şeydir…
İnsan farkındalığıyla gelişmiş bir varlıktır, bu üstün olma hissini tetikler, rekabeti kızıştırır ve gerer… İnsan olabilene düşen burada üstün olmayı ve üstte olmayı seçmek değil, kendin de açığa çıkan güzelliğin mütevaziliğiyle, sakınmayı ve layık olmayı becerebilmesidir…
Çünkü insan varlığının kendisi de doğa’dır, doğaldır, ama sadece doğal değil aynı sırada siyasaldır… Düşünebilen ve eyleyebilendir… İnsan doğa akışının kendini izlediği ve dillendirdiği aynadır… Doğa insan da oluşunu-tarihini izler ve akar…

Evet, Doğa insan da karar verme ve müdahale de bulunma kudretine bürünmüştür… Bizler için doğadan fark da buradadır… Doğa çeşitlenip-zenginleşerek insan da çok daha hızlı-güçlü ve esnek bir iradeye kavuşmuştur… Doğru yaşarsa eşrefi-mahlukat, yanlış yaşarsa rezil i-mahlukattır…
İnsan olmanın sınavı tam da buradadır…
İnsan aynı sırada ahlakidir… İnsan kendinde zamanı var ederken ve kendini zamanda var etmeye çabalarken, toplumsal oluşun önemini fark eder… Toplumsal oluşumun en güçlü harcını ahlak diye kavramlaştırır… Çünkü ahlak geçmiş bütün yaşanmışlıklarının, gelecek bütün istek ve beklentilerinin, an da daha güçlü bir var oluşun, buluşmasıdır… İnsan evrensel bellektir… Mikro cosmos dur… Denile bilinir ki evrenin özetidir… Tecrübe eden, bunu kayıt eden, nesilden-nesile birbirine aktaran ve bu toplamdan ders çıkarıp bu öğrenimle hareket edebilendir…
‘’Hakikat taşta uyur, çiçekte rüya görür ve insan da farkına varır” der Buda… Bundandır insan bir nevi doğanın zekası ve anlama gücüdür… Doğayı anlayan, ifade eden ve daha fazla anlaşılır kılan doğa da denilebilir…
Doğa kendi olan insan da, kendini gerçekleştirir ve sürdürür… İnsana düşen güçlüyken zayıfı ezmek, kabaca doğayı kopya etmek değil, akışına katılıp anlam vermektir… Kendini var eden anaya saygılı olmak ve akışının kendinde anlam-ahlak-vicdanla sürmesini sağlamaktır…
Aşmak işte buradadır…
Nitekim gidişte de ilk durak o, doğa ve güzelim toprağına değil midir?
Ölüm, toprağa varmaksa, yüzde kalmalı insan da, giderken ana kucağına, bırakmalı kendin de değil mi..?
Yoksa eskiler derdi atar dışına, seni toprak bile kabul etmez…
Eve tıkıldık, anaya vardık ama Ana ya dönüş, var eden ve besleyen doğaya dönüşe erişmek zorundadır… Babanın hayrına değil, anaya bağıyla mecburiyetin gereğidir… En canlı organizmadır, İlk ve son anadır doğa, insanlık için anaların anasıdır… Tükenmez bitmez sanıp, öyle davranıyorduk ama O’nun da direnci zayıfladı artık… Ve şu an o rengarenk ana evlatlarını rahmetle bekliyor…
Özünüze, bana dönün yoksa yaşayacağınız ne bir siz ne bir ben kalırım, diyor…


Ne yapmadık ki? İçini oyduk, hava tabakalarını deldik, iklimini değiştirdik, tüm ahengiyle oynadık, ona ve bize ait ne varsa el koyduk, kar malzemesi yaptık… Dokunmadığımız alt-üst etmediğimiz neyi kaldı ki? Doğal ne bıraktı ki insan… İki ay düştük yakasından hava da oksijen, arılar da bal, toprakta çiçek arttı, denizler de yunuslar görülmeye başladı…
Yani o yine tüm kapsayıcılığıyla bizi virüsle uyarmakta ve akabinde iyi olursanız beraber yaşarız demektedir…
Ekolojik anne, mavi gezegen, Anaların anası şimdilik sadece terliğini (kovid 19) fırlattı çocuğuna… Ötesine gerek var mı?
Mevcut uygarlığın-kentçiliğin lokomotifi sayılabilecek İngiltere de kentlerden kıra dönecek ve tarımsal faaliyette bulunacak insanlara ciddi, kapsamlı bir teşvik tartışılmakta ve yakında yasalaşacağı gündem de… Bu farkındalık ve tartışılması önemli, çünkü:
Salgının çıkış, yayılma alan ve zamanı, mevcut kentsel yaşam ve ona özenen kırsal gerçekliğidir…
Ülkemizde ki ölüm oranlarının düşüklüğünün en temel sebebi de nüfusunun genç olması ve yaşlı nüfusun genel itibari ile köy-kır yaşamından geliyor oluşudur… Kent ve kentçilik trendi yoğunluklu olarak son 30 yılın şişirilmesidir…
Geldiğimiz yerden dönmek elbette hayalcilik… Hayde pılımızı-pırtımızı toplayalım neolitiğe gidelim demiyoruz… Öyle bir şansımız yok, olsa da taş devrine gitmeye gerek yok… Şu an da yaşanılan gerçekliğinden sapmış yaşamı ve bu yaşamın tüm teknik donanımını, doğa-ekolojiyle uyumlu hale getirmek zorundayız… İnsan gücü ve kaynağı düşünülürse, çokta zor değil… Zengin fakir yok, egemen ezilen de yok, doğanın bize öyle de bir ayırımı yok… Hepimiz yok oluruz ve oluyoruz…
Dünyayı biz yönetiyoruz, biz seçildik, biz en iyisini biliyoruz demenin de bir alemi yok… Varlık sizindi ve yine sizin olsun ama anlaşılması gereken şu, yokluk hepimizin… En iyisini yaptığını sananlar ve herkesin kaderini yürütmekle mükellef his edenlerin de bilmesi gerekiyor… Başta doğa ve ardından tüm insanlığın duygu ve düşüncesiyle katılımı ve ortaklaşması, bizi bu salgın ve ardıllarından kurtarabilecektir…
Onun için de anlamlı bir yüzleşmeye ihtiyaç vardır…
Herkesin cümlesidir ben onlar kadar zarar vermedim ama vicdanın işleme esası şudur ki;
Yaşanan bu günler de, ben günahsızım diyebilen var mıdır ..?

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.